15. Günaydın Edebiyat Masal- Öykü- Şiir Yazma Yarışması”nda lise düzeyi öykü yazma dalında öğrencimiz Eylül Gedikler’in öyküsü ikinci olmuştur.



Özel Ege Lisesi’nin Türkiye genelinde düzenlediği “15. Günaydın Edebiyat Masal- Öykü- Şiir Yazma Yarışması”nda lise düzeyi öykü yazma dalında okulumuz 5 dosya, şiir dalında da 1 dosya ile katılmıştır. Türkiye’deki farklı okullardan gelen 80 öykü dosyasının içinden Eylül Gedikler’in öyküsü ikinci olmuştur. Kendisini kutlar, başarılarının devamını diler, yazma serüveninde yanında olduğumuzu belirtiriz.

Ödül Alan Öyküler:

KALEM KILIŞ’TAN GERÇEK

Çeşmeyi açtım ve su doldurmaya başladım. Hâlâ, gördüğüm garip rüyanın etkisi altındaydım. Bir çay içsem kendime gelirdim. Kullanıla kullanıla kararmış, kulpu çıkıp duran çaydanlığımın artık değişmesi gerekiyordu. Alışveriş merkezlerini de hiç sevmem. Çaydanlık almak adına o kalabalığa katlanıp üstüne de bir posta pis hava solumaya hiç niyetim yoktu. Bu soğukta dışarı mı çıkılır, hasta oluruz bu kışta kıyamette deyip de alışveriş merkezlerine gidenlere ne gülüyorum! Ne o beton yığınlarındaki havalandırma sistemleriyle ne de içeride soludukları havanın niteliğiyle ilgili bir bilgileri var. Evimi severim aslında ama olur da dışarı çıkarsam daha yeşil yerler tercihimdir.

Küçük evimin küçük mutfağında bir ileri bir geri yürüyerek suyun kaynamasını bekliyordum. Ama mutfağın bir ucundan bir ucuna gitmek sadece üç adım alıyordu ve sık yapmak zorunda kaldığım dönüşler artık başımı döndürmüştü. Durup tezgâha dayandım. Biraz fazla sessizdi ortam. Müzik dinlemeye karar verdim. Eskilerden bir parça ve biraz nostalji ile boş zamanı doldurabilirdim.

Bardak çekmecesini sinir bozucu bir gıcırtı eşliğinde açtım. Menteşeleri yağlama zamanı gelmişti anlaşılan. İki kupa ve sallama çay çıkardım. Her sabah aynı kupayı kullanırdım. Alışkanlık olmuştu artık. Uyku sersemi, daha gözlerim açılmamışken, yerini ezbere bildiğim kupamı hep aynı profesyonel hareketle alır, tezgâha koyardım. Aslında en başta birbirimizden hiç hoşlanmamıştık. Rahatsız edici bir şeyler vardı çünkü bu bardakta. Kulpu tersti. Görüntü kirliliği yaratan saçma bir duruşu vardı ve bu bardağı benim almadığım kesindi. Buraya nasıl geldi, kim getirdi? Ben nasıl oldu da atmadım? Her çay içişimde en az bir kere aklımdan geçirsem de cevap bulamamıştım bu sorulara. Zamanla o, benim attığım pis bakışlara ve uzun süzüşlere alıştı, ben de onun bu kusuruna alıştım. Birbirimizin kusurlarını kabul etmiştik.

Çayları alarak oda değişikliği yaptım. Burası evimin en büyük odasıydı. En büyük dediğime bakmayın; 19- 20 metrekaredir en fazla. Zaten yarısını kalemler kaplar. Ve tabii kitaplar da. Ahşap bir masam vardır en köşede, pencere kenarında. Elimdekileri masaya koydum, raflara yöneldim.

Çalışma odamın bir duvarı tamamen dört sıra rafla kaplı. Bu raflarda renklere, biçimlere göre düzenlenmiş birçok kalem var. Hepsi de farklı yerlerden gelmişti. Kimisi bir Avrupa ülkesine aitti, kimisini Uzak Doğu’da değerlendirdiğim uzun bir tatil sırasında almıştım. Bir sandalye çektim ve en üst rafta bulunan yeşil dizininden bir kalem aldım. 22 Şubat 2001- Valensiya, İspanya. Demek İspanya’dan almışım. Bu ülkeyle ilgi aklımda en çok yer eden şey sokak başlarında gitar çalanlar ve dans eden kızlar. İzlemesi gerçekten zevkli gösterilerdi bunlar. Aynı zamanda bolca sergi gezdim orada. Neredeyse on sene geçmesine rağmen en yenilerinden bu kalem. Buralardan gitmeyeli ne kadar zaman olmuş.

Etrafı yeşil boyalı bir kurşun kalem seçtim bugün. Diğer kalemlere haksızlık etmek istemem ama çok güzel bir kalem. Kenarları biraz yumuşatılmış bir üçgen prizma şeklinde. Bu şekli bayağı hoşuma gitmiş olsa da en cezbedici yanı kalemin çam yeşili rengi. Yeşil insana huzur veriyormuş, bir yerde okumuştum. Bakalım. Sandalyeden indim ve masanın yanına döndüm. Karşımdaki sandalyenin üstüne birkaç yastık yerleştirerek kalemi üstüne koydum. Çayımı yudumlamaya başladım.

Yavaş yavaş acıktığımı hissettim. Evde yiyecek pek bir şey kalmadığı için alışveriş yapmam gerekiyor. Üstüme bir palto attım ve botlarımı ayağıma geçirdim. Bağcıklarını içine sokup bir üst sokaktaki markete doğru yürüdüm. Kahvaltılık bir şeyler aldım ve parayı ödemek için kasaya yöneldim. Marketten çıkacakken kalın, yaşlı bir erkek sesi yüzünden durmak zorunda kaldım.

- Ahmet! Nasılsın evladım? Hiç aradığın sorduğun yok.

Kalp atışlarımın hızlandığını hissettim. Korktuğum başıma gelmişti işte. Tüm enerjimi sömürecek, ben esnemeye başlayana kadar konuşacaktı bu yaşlı adam. Emindim. Arkamı döndüm. Bir süre bakıştık. Bir cevap bekliyordu galiba. O sırada telefonu çaldı. Düşündüm de buna katlanmak zorunda değildim. Fırsat bu fırsat diyerek marketten hızla çıktım. Çok ucuz atlattım. Adımlarımı sıklaştırarak hemen eve döndüm. İki bardak su alıp çalışma odama çıktım. Raftan bir kalem daha aldım. 13 Mayıs 1996. Manado, Endonezya. Bu seferki kayısı rengiydi. Suyumu içerek biraz sakinleşmeye çalıştım. Kalemime nasıl olduğunu sordum.

İyiyim. Suyumu alabilir miyim?

— Bir dakika, sen konuştun mu?

Evet, ne var bunda?

Kulaklarıma inanamadım. Kalem konuşmuş muydu? Yoksa deliriyor muydum? İşitsel bir halüsinasyon olmalı. Kendimi, bunun anlık bir şey olduğuna ikna etmeye çalıştım.

Suyumu alabilir miyim?

Affedersin! Buyur.

Hâlâ konuşuyordu. Çok korktum. Kendimi çimdikleme başladım.

Neden, beni sevmedin mi?

Şaşırdım sadece. Sen ne zamandan beri konuşuyorsun?

Ben hep konuşuyordum.

Diğer kalemler de konuşuyor mu?

Evet. Genellikle.

Kapıyı açıp çıktım odadan. Mekân değişikliği fena olmaz diye düşündüm. Bulunduğum yere en uzak ve evin en az kullanılan odasına geçtim. Sanırım buraya “salon” diyebiliriz. Diğer evlerdeki salonlara pek benzemese de… Bu “salon” üçlü bir koltuk, birkaç saksı ve bir halıdan ibaret. Çok uğramam çünkü buraya. Hepimizin ara sıra yaptığı gibi koltuğa uzandım ve halının desenlerini inceledim.

Terden sırılsıklam olmuş bir şekilde uyandım. Saat 16.00 olmuştu. Öğle vakti pek uyumazdım aslında. Yorgunluktan burada uyuyakalmışım herhalde. Banyoya gidip yüzüme biraz su çarptım. Bu sırada zil çaldı. Kim gelebilirdi ki! Evli değilim. Ailem de burada değil. Yalnız yaşayan biriyim ben. Kimse gelemez bana. Kapıya yöneldim.

— Kim o?

— Benim.

Dalga geçiyor herhalde.

— Hanımefendi, kimsiniz?

— Benim, ben. Hülya. Tanımadın mı?

— Tanışıyor muyuz?

— Benim yahu, yan komşun!

Bir bu yaşlı teyze eksikti! Kadını bir an önce savmak üzere kapıyı açtım.

— Ne için gelmiştiniz?

— Hiiç.... Ne yapıyorsun diye bir bakayım dedim. Bak, sana tatlı getirdim Ahmet Bey.

— Teşekkür ederim. Çok iyiyim. Tatlı sevmem ben, siz onu çocuklara verin. İyi günler!

Kapıyı biraz sert çarptım galiba ama çok bir önemi yok. Bu canı sıkılan yaşlı teyzeye arkadaşlık yapmak istemiyorum. Bütün gün torunlarının ne yaptığını dinleyerek ağzıma bir şeyler tıkıştırmasına katlanamam. Ben kalemlerimle mutluyum.

Bir şeyler okumak için çalışma odama geçtim. Şu sıralar kalemlerle ilgili ilginç bir kitap okuyorum. Üstelik “kalemlerin tarihi” kısmını da bitirdim. İlk kalemlerin nasıl ortaya çıktığını biliyorum mesela: “Yeryüzünde ilk kalemin çağımızdan bin yıl önce, hayvan kemiklerini keskin uç yapacak şekilde kırarak, mağara duvarlarına resim kazımak için kullanıldığı anlaşılmıştır; yani, kalem, fırçadan önce bulunmuştur.”[1] diyor kitap. Bununla kalsa iyi, Avrupa’da kullanılan tüy kalemlerin özelliklerinden, hatta kaz tüyünün ve kuğu tüyünün daha kaliteli olduğundan, iyi bir kalem sahibi olmak için gereken niteliklerden ve daha neler nelerden uzun uzun bahsediyor.

Çocukken bir kitap hayal ederdim. Dünyadaki bütün kalemleri tek tek anlatan bir kitap Bir yerlerde bekliyordu okunmayı. Ama onu yalnızca kalemleri çok olan ve onları doğru kullanmayı bilenler okuyabiliyordu. Galiba bu kitabı ben yazacağım artık. Aramaktan yoruldum çünkü. Ya da gidip uyuyacağım sadece. Konuşan kalemlerin beni uyandırdığı bir yer bulurum hem. Acaba kitapta konuşan kalemlerle ilgili bir şeyler var mıdır?

Yıllar önce her gece rüyasında kalemler gören bir kadın tanımıştım. Siyah saçları, iri gözleri vardı. Sanırım o bir yazardı. Basılmış kitabı yoktu galiba. Kalemleri vardı sadece. Koleksiyon gibi biraz. Böyle değişik, renkli, farklı yerlerden kalemler… Yüzüme bakıp kalemlerin ruhundan bahsetmişti uzun uzun. Hem ona en sevdiğim kalemi de hediye etmemiş miydim, şu Mısır’dan aldığım: 1993, ayı hatırlayamadım, Kahire. O an’ı uzun yıllardır düşünüyordum ama bir türlü getiremiyordum gözlerimin önüne. Kalemi de tam hatırlamıyorum. Altın sarısı rengindeydi herhalde. O mu demişti şu tuhaf sözü: “ Kalemler; insanlar, mağara duvarlarına hayaller çizsin diye vardır.”* Kitabımı almak için masaya yöneldiğimde onu orada bulamadım. Kitabın yerinde bir resim duruyordu. Resimdeki yer, İtalya sanırım. Kolezyum’dan anladım. Arenanın önünde yüzlerce insan toplanmış. Önleri dönük ve hepsi bana bakıyor. Hani “Resim nereye gitsem bana bakıyor!” diye bir muhabbet vardır ya. Aynen öyle. Çok gerçekçi üstelik. Resim gibi değil. Sanki biri onu gerçek kılmak için elinden geleni yapmış. Ultra gerçekçi resim akımı gibi bir şey. Fakat yakın zamanda hiç resim yapmadım ben. Bu resmin burada ne işi var? Etrafıma bakındım. Kimse de yok ki evde! Biri bırakmış olamaz.

— 9 Aralık 1989. Roma, İtalya.

— Kim konuştu?

— Buradayım, masada.

Birkaç renkli kalem var resmin yanında: Mavi, mor, sarı, gri… Elime alıp inceledim kalemleri. Hepsinde İtalya yazıyor. Bir gürültü koptu o sırada. Tüm kalemler anlamsızca mırıldanmaya başladı. Ne anlatmak istediklerini anlayamıyorum. Gürültü iyice yükseldi. Artık hepsi bağırıyor. Bana kızıyorlar herhalde. Neden bağırdıklarını sordum. Bir cevap alamadım. Sesler o kadar yükseldi ki kulaklarımı kapatmak zorunda kaldım.

Rahatsız yatağımda uyandım. Saat dokuz civarıydı. Biraz başım ağrıyordu. Çay yapmak için mutfağa gittim. Çeşmeyi açtım ve su doldurmaya başladım. Hâlâ, gördüğüm garip rüyanın etkisi altındaydım. Bir çay içsem kendime gelirdim.

RUMUZ: RUMUZE

(Eylül Gedikler)

HİKÂYE SAYILIR MI?

Tamam, deneyeceğim. Ama yazdıklarım hikâye sayılır mı bilmem; güzel olmayabilir. Beklenti içine girmeyin. Alışık değilim ben böyle şeylere. Siz istiyorsunuz diye yazacağım. Önerdiğiniz için, sadece yazmak için. Yaratıcı olmalı değil mi? Kalmış mıdır içimde bir parça yaratıcılık? Yeni bir fikir olmalı. Nereden bulunur yeni fikir? Aşağıdaki bakkal satar mı ki? Tek başıma nasıl bulacağım? Bir konu verir insan... Bir kısıtlama, bir sınırlama olmadan yazılır mı hiç!

İzninizle kafamı toparlayayım. Biraz zaman verin. Hah, işte biri şurada oturuyor! Evet, oturur o genelde. Pek bir şey yapmayı sevmez bu parça. Çok uyumludur, çok itaatkârdır.

Bir parça, uzaklarda bir yerde olacak. Geziyordur yine. Yerini kestiremiyorum şimdi. Olduğu yerde duramaz hiç. Arada bırakıyorum, dolaşıp geliyor. Aksi takdirde hiç durmuyor. Gelir birazdan. Orada çok yaşayamayacağını biliyor olmalı. Yoksa dönemez bir daha. Geldi bile!

Bir parçam maalesef aramıza katılamayacak. Yıllar önce çekti gitti. Dedikodulardan duyduğuma göre intihar etmiş. Dayanamadı bu kadar baskıya zavallı. Çok üstüne gittiler tabi. İyi mi oldu kötü mü oldu bilemedim. Buradayken çok acı çekiyordu.

Son parça zaten burada olduğuna göre başlayabilirim; fakat isterseniz önce biraz ondan da bahsedeyim. Her şeyi hemen görür, hisseder ve aklına yazar. O zaman başlıyorum. Bu kadroyla rica ediyorum benden bir şey beklemeyin. O çekip giden arkadaş yanımızda olsaydı belki tatmin edici bir şeyler yazabilirdim; ama ona neden gittin, diyemem. Kendi isteğiyle gitmedi

Şimdi 18 yaşında olmalı Gülçe. Okumaya küçüklükten beri ilgi duyan bir kız. Evlerinde büyük bir kütüphane olan yan komşuları onun için bir kaçış noktasıydı. Küçücük bir ev ona dünyanın kapılarını açardı. Evde yakınından geçemediği bir mutluluğa orada erişirdi. Zamanla bu fark edildi tabii. Büyüdükçe o kapı ailesi tarafından kapatıldı. O evde onun beyninin yıkandığını öğrendi annesinden. Babasının oraya gittiğinden haberi olmadığını, olsaydı neler olabileceğini dinledi yıllarca. Tehditler onu yıldırmayınca işi kökten çözdüler. Üç sene önce evlendirildi. Şimdi bir çocuğu var. Artık ona bakmak zorunda. Okumak gibi zırvalara zamanı yok.

İçiniz daraldı değil mi? Daha fazla devam ettirmeyeyim. Pek başarılı bir deneme olmadı, farkındayım. Neden böyle oldu anlamadım! Böyle bir öykü yazmak istememiştim. Kayıt tutan arkadaş sözünü her zaman geçiriyor.

Aklıma daha güzel bir fikir gelmiyor! Hayır, bu benim suçum değil. Beni, bizi, bu hâle getirdiler. Düşünme yeteneğimiz elimizden alındı. En ufak bir ışıltı görseler simsiyah perdeler çekerler üzerinize ki o ışıltıyı kimse görmesin. Sonra siz de kabul edersiniz, içinizdeki yaratıcılık ışığı söner.

Tekrar deneyeceğim; ancak hatırlatırım ben de bu sistemin eseriyim. Lütfen, benden çok bir şey beklemeyin.

Okuldan, geç bir saatte, yorgun argın eve geldim. Başka bir şeyler yapmaya enerjim ve zamanım kalmıyordu asla. Bir şeyleri düzeltmek lazımdı. Ben de hayatımda radikal bir değişiklik yapmaya karar verdim. O sırada annem mutfaktan seslendi. Elinde bezi, evde başından hiç çıkarmadığı bandanası, yüzünde her zamanki yorgun ifadesi ile temizlik yapıyordu. Babam ayaklarını masaya uzatmış, elinde kumandasıyla televizyonu karıştırıyordu. Yeterince işi yokmuş gibi annemden su istedi. Annem getirdi.

Hayır, hayır! İlkokulda ezberletilmiş bir şiir bu! Masal kitaplarımızın değişmez bağlamı… Ama hayatın gerçekleri sonuçta… Neden hikâyem bu olmasın?

Olmadı değil mi? Söylemiştim size. Bana kızmayın lütfen. Elimde değil. Sadece benim değil hepimizin bilinçaltı bu. Gerçekten hâlâ yazmamı istiyor musunuz? Yoksa hâlâ umudunuzu kesmediniz mi? Madem öyle sizi kırmayacağım. Dediğim gibi sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem, yine rica ediyorum bir beklentiniz olmasın.

O gün doğum günümdü. Oldum olası doğum günlerini severim. Her sene mutlaka bir yerlerde kutlarım. Geçen sene öğretmen emeklisi olan babamla güzel bir restorana gitmiştik. Bu sene de arkadaşlarımla, kutlamak için küçük, şirin bir kafeye gittik. Çalışanların kibarlığından mı, karşıdaki deniz manzarasından mı etkilendim emin değilim ama bu şüphesiz gittiğim en güzel doğum günü mekânımdı. Çok sık yapamayız böyle buluşmaları. İşler güçler... Bu yüzden saatlerce muhabbet ettik. Zamanın nasıl hızla akıp geçtiğini anlayamamışım. Hava karardı. Muhabbet de iyice koyulaşmıştı. Nasıl dersin ben geç kaldım diye? Uyum sağladım diğerlerine. Bir iki saat daha oturduktan sona kalkma kararı verildi. Karar verilince hemen kalkılamıyor tabii. Öpüşme merasimi başladı. Teker teker tüm sülaleye selam söylendi, çoluk çocuk herkesin hatırı soruldu. Dakikalar geçtikçe gerginliğim artıyordu. Ayrılır ayrılmaz büyük bir korku kapladı içimi. En kısa yola yöneldim doğrudan. Tehlike faktörünü es geçmek zorundaydım. Eve vardım. Kapıyı açınca karşılaştığım sinirli bakışlar korku ve endişemin ne kadar yerinde olduğunu kanıtladı.

Ne kadar güzel başlamıştım. Yine batırdım değil mi? Gerçekler böyleyken hikâyelerimiz başka türlü düşünülebilir miydi? Affedersiniz, ben yazamayacağım galiba. Bir karara varmam lazım önce. Böyle karmakarışık olmaz. Olmuyor. Bir daha mı deneyeyim? Sabrınıza hayranım; fakat benim artık umudum kalmadı.

Yaz bitti. Lisede son senem olacak bu yıl. Çok iyi değerlendirmeliyim. Bol bol eğlenmeliyim. Arkadaşlarımdan da ayrılacağım. Bir daha bu ortamı yakalayabilir miyim? “Hayatınızın en güzel yılları lisede geçer.” denir hep. Benim de en güzel yıllarım olacak. Gezeceğim, tozacağım. Bir daha genç olmayacağız sonuçta.

Fena gitmiyorum sanki. Bu sefer olacak gibi.

Okul başladı. Çok hızlı, çok ani bir başlangıç oldu. Derslerin ne zaman başladığını, sınav kısımlarına nasıl geçtiğimizi anlayamadım bile. Benim dışımda bir sürü olay gelişmeye başladı. Özel dersler konuldu. Etütler yazıldı. Deneme sınavları yapıldı. Sınavın ancak yarısını doğru yapabilmişim bir denemede. Ailemi çağırdılar. Ardından sıkı bir azar! Ne oldu anlamadım. Ağızlarda tek bir kelime dolaştı durdu.

“Yeter, bu kadarı yeter!” Bir öyküyü bile doğru düzgün bitiremedim. Siz hâlâ bir şeyler yazabileceğime inanıyorsunuz ha? Güldürmeyin beni. Tamam, benden bu kadar! Daha fazla dayanamayacağım buna. Şu hâlim zaten trajikomik bir hikâye sayılır.

Hikâye sayılır… Hikâye… Ama zaten bir öykü yazmışım! Neden uyarmıyorsunuz?

RUMUZ: RUMUZE

(Eylül Gedikler)



[1] İnsanlar, Kalemler ve Kalem Gerçekliği , Eylül Divitoğlu, Bibliyofil Yayınları, İzmir, 1993, s. 18

* Sesi hâlâ aklımda yankılanıyor, zihnimdeki mağaranın duvarlarına çarpıyor. Belki o kalemi hatırlar mıyım? Canı sıkılan teyzeler, konuşmak için sebep üreten market amcaları olmaz hem hayatta. Bu güzel bir hayal oldu işte! Çok güzel saçları vardı, siyah. İri gözleri ve yüzüme bakıp kalemleri anlattı uzun uzun.

1 Nisan 2016